tüm aristokrat mutsuzluklardan olduğu kadar bu adamın aristokrat mutsuzluğundan da iğreti oldum.
içimi acıtan, cızır cızır ettiren bişi vardı, kabul.
ama o his bende uzun zamandır var ve arada cızırdar durur zaten.
o gün o sinema salonunda cızırdaması da tamamen tesadüfi olabilirdi..
cızırdayası varsa, bir kebapçıda şalgam suyuna karşı da cızırdayabilirdi.
acı çekmenin ne demek olduğunu bilmeyen "yaşamamış/bilmemiş" insancık güruhlarının; aristokratça "yapamıyorum, aşık olamıyorum; bu yüzden de korkunç acılara gark oluyorum. geceleri yastığıma sarılıp ağlıyorum da, kimseler duymuyor" triplerini görmeyi öğrendiğimden beri; farklı bakıyorum erkeklere, kadınlara ve ikisi arasında kurulması muhtemel her tür ilişki/ilişiklere...
doğanın insanlara bahşettiği yegane yetenek olan "çift olmayı" beceremediği halde, kendini güzellemek adına "yapamıyorum/olamıyorum" demek; bir de bu yeteneksizliği aristokratça matah göstermek her ne kadar alkışlanası olsa da, ucuzlaşan hikayeleri okumayı bilenlerde, hızlı giden bir lunapark treninde başaşağı kalmak ile eşdeğer mide bulantıları etkisi yaratıyor.
bunlar kabul edilebilir..ama 18'inde... sen çağan ırmak olarak bana; 30 yaşını hayli geçmiş, yoldan çevirdiğin 100 kişinin verdiği 60 popüler cevabın tamamını işgal etmesi muhtemel özelliklerde , hayal edilen bir hayata sahip ve sırf bu yüzden içselleştirilmesi umulan bir erkek karakterin; tüketip durduğu hayatını, "ıssızlık" olarak sunacaksan...
bu yoz erkek kişinin karşısına da, hayata tutunmasına yardım etme misyonu yüklediğin kişi olarak; ne kadar aristokrat özellik varsa yanyana dizilivermiş; sinemacı/kostümcü/sahaf gezen/ okunmuş-hikayesi olan kitap seven/beyoğlunda kendi dükkanı olan/çocuklara özel kostüm diken/ dijital fotoğraf makinesi kullanmayı reddeden/ kendine asılan erkeği bir şekilde yola getirip bir de gerçekleri gösteren bir 25'lik kız koyacaksan...
ya ben boşuna izledim bu hayatı kenardan köşeden, ya da sen beni hafife almışsın...
söylenmesi gereken bir iki şey daha var bu filme.. hiç bir erkek; birkere bile aşık olmadan, bu tarz aristokrat mutsuzlukların yaptığı primi göremez. Aşık olacak,terk edilecek. Aşık olacak, elde edemeyecek. Aşık olacak, tutunamayacak...Ve tüm bunların ışığında, kendine yalnızlıklardan bir kalkan edinecek. Adına “ıssız” dediğin bir adamı, gözlerinin içine bakarak sevişen bir kadına sırf bu yüzden aşık edersen; hikaye bir yerden yamulur. Çok gözgöze sevişmişliği olmalı, böyle bir adamın.. Çok ağlamışlığı olmalı yatakta.. Çok bilmeli esas kızımızın kurduğu cümleleri.. Çünkü en çok lisede sahiplenilir cezmi ersöz edebiyatı.. ancak o dönemde kurulur böyle cümleler ve sadece o dönemde etkiler karşıdakini o derece.
Çatlakları olan bir filmdi.. Yanlışları olan esas oğlan değil, filmdi aslında. Ama göze inen perde, müzikle desteklenmiş, karekter tahlilleri ile kişiler içselleştirilmişti. İzleyici için artık çok geçti. Belki de bir tek ben gibi, acının ne demek olduğunu bilen yaşamış/ bilmiş kişiler gördü bunu.. Çok “ıssız adam” görmüş ve ıssızlığı altında ezilmiş kadınlar...
Acı çekmek için sinema salonlarına koşmak zorunda kalan duygu yoksunu hedef kitleden değilseniz şayet; ben gibi çıkmışsınızdır sinemadan. Girdiğiniz gibi yani.... Ve içinizi kemirip duran o “havada kalmışlık” hissini de unutmaya başlamışsınızdır çoktan. O havada kalmışlığın sebebi budur işte...
içimi acıtan, cızır cızır ettiren bişi vardı, kabul.
ama o his bende uzun zamandır var ve arada cızırdar durur zaten.
o gün o sinema salonunda cızırdaması da tamamen tesadüfi olabilirdi..
cızırdayası varsa, bir kebapçıda şalgam suyuna karşı da cızırdayabilirdi.
acı çekmenin ne demek olduğunu bilmeyen "yaşamamış/bilmemiş" insancık güruhlarının; aristokratça "yapamıyorum, aşık olamıyorum; bu yüzden de korkunç acılara gark oluyorum. geceleri yastığıma sarılıp ağlıyorum da, kimseler duymuyor" triplerini görmeyi öğrendiğimden beri; farklı bakıyorum erkeklere, kadınlara ve ikisi arasında kurulması muhtemel her tür ilişki/ilişiklere...
doğanın insanlara bahşettiği yegane yetenek olan "çift olmayı" beceremediği halde, kendini güzellemek adına "yapamıyorum/olamıyorum" demek; bir de bu yeteneksizliği aristokratça matah göstermek her ne kadar alkışlanası olsa da, ucuzlaşan hikayeleri okumayı bilenlerde, hızlı giden bir lunapark treninde başaşağı kalmak ile eşdeğer mide bulantıları etkisi yaratıyor.
bunlar kabul edilebilir..ama 18'inde... sen çağan ırmak olarak bana; 30 yaşını hayli geçmiş, yoldan çevirdiğin 100 kişinin verdiği 60 popüler cevabın tamamını işgal etmesi muhtemel özelliklerde , hayal edilen bir hayata sahip ve sırf bu yüzden içselleştirilmesi umulan bir erkek karakterin; tüketip durduğu hayatını, "ıssızlık" olarak sunacaksan...
bu yoz erkek kişinin karşısına da, hayata tutunmasına yardım etme misyonu yüklediğin kişi olarak; ne kadar aristokrat özellik varsa yanyana dizilivermiş; sinemacı/kostümcü/sahaf gezen/ okunmuş-hikayesi olan kitap seven/beyoğlunda kendi dükkanı olan/çocuklara özel kostüm diken/ dijital fotoğraf makinesi kullanmayı reddeden/ kendine asılan erkeği bir şekilde yola getirip bir de gerçekleri gösteren bir 25'lik kız koyacaksan...
ya ben boşuna izledim bu hayatı kenardan köşeden, ya da sen beni hafife almışsın...
söylenmesi gereken bir iki şey daha var bu filme.. hiç bir erkek; birkere bile aşık olmadan, bu tarz aristokrat mutsuzlukların yaptığı primi göremez. Aşık olacak,terk edilecek. Aşık olacak, elde edemeyecek. Aşık olacak, tutunamayacak...Ve tüm bunların ışığında, kendine yalnızlıklardan bir kalkan edinecek. Adına “ıssız” dediğin bir adamı, gözlerinin içine bakarak sevişen bir kadına sırf bu yüzden aşık edersen; hikaye bir yerden yamulur. Çok gözgöze sevişmişliği olmalı, böyle bir adamın.. Çok ağlamışlığı olmalı yatakta.. Çok bilmeli esas kızımızın kurduğu cümleleri.. Çünkü en çok lisede sahiplenilir cezmi ersöz edebiyatı.. ancak o dönemde kurulur böyle cümleler ve sadece o dönemde etkiler karşıdakini o derece.
Çatlakları olan bir filmdi.. Yanlışları olan esas oğlan değil, filmdi aslında. Ama göze inen perde, müzikle desteklenmiş, karekter tahlilleri ile kişiler içselleştirilmişti. İzleyici için artık çok geçti. Belki de bir tek ben gibi, acının ne demek olduğunu bilen yaşamış/ bilmiş kişiler gördü bunu.. Çok “ıssız adam” görmüş ve ıssızlığı altında ezilmiş kadınlar...
Acı çekmek için sinema salonlarına koşmak zorunda kalan duygu yoksunu hedef kitleden değilseniz şayet; ben gibi çıkmışsınızdır sinemadan. Girdiğiniz gibi yani.... Ve içinizi kemirip duran o “havada kalmışlık” hissini de unutmaya başlamışsınızdır çoktan. O havada kalmışlığın sebebi budur işte...
Not: Resim http://www.bobiler.org/ adresinden alınmıştır. monte sahibine kucak dolusu yelkovanlar... :)
0 yorum:
Yorum Gönder