31.12.2008

YeNi YıL YaZısı

her gün ciddiyetle takip ettiğim bloglar var benim.
aman ne keyifle okuyorum onları.
hata iş yerinde, kahkahalarımı tutamadığım ve "aa tırlattı bu" bakışlarını üzerime çektiğim bile oldu, onlar yüzünden.
olsun, seviyorum onları..
ve sanırım, onlar kim olduklarını biliyorlar :)
neyse efenim..
yeni yılla ilgili bi yazı yazma mecburiyeti hissediyorum.
neden?
herkesler yazmış çünkü..
üstelik bu sene, her seferinden daha farklı nedense..
bu sene, yani önümüzdeki sene, yani girmeye hazırlandığımız sene..
amaaaan, yani 2009; çok güsel olacak gibi bi his var içimde.
pek güsel şeyler gelecek başıma...
dert yanacağım tek şey, gülmekten yüzümün ağrıması olacak..
gerçi genelde öle olur ama..
bu sene farklı olacak karrdeşim!
mesela....
ocak ayı için yegane planım, bi köpek almak!
evet, senelerdir annemin ve kardeşimin baskısıyla alamadığım ve yokluğu sebebiyle acılara gark olduğum köpeği, artık alacağım.
tuzla rehabilitasyon merkezine gideceğim ve ordan bi köpüş evlat edineceğim..
artık geceleri köpüşüme sarılıp uyuyabileceğim.
onunla uzun yürüyüşler yapabilecek, attığım topların geri gelmesinin zevkini yaşayabileceğim.
sonrasında kendime bi laptop alacağım.
kesin kararlıyım...
sonraaaaaa...
üzerinize afiyet; odam pek büyük olduğu için, panel perde ya da ahşap paravanla giyinme bölümünü ayıracağım.
banyoma kırmızı bir dolap alacağım artık!
eve taşınırken banyoya kırmızı dekorasyon yapma konusunda resmen takıntı yapmıştım.
ev arkadaşım direnmeye cesaret edememişti.
çok cesur biri (kim olduğunu hatırlamıyorum ama) "banyo mavi ama, neden kırmızı ki" demeye cüret etmişti.
ama sora o kişi de hayran kaldı banyoma..banyomla gurur duyuyorum!
bi kırmızı dolabım eksik.
ikea da gördüydüm bi dolap kırmızı.
annem ilen teyzem dediler "ay bu olmaz banyoda..kabarır bu buhardan neyin"
benim de basiretim bağlandı anasını satayım.
ulan hamam mı işletiyoruz?
ne buharı!
hepi topu on dakka duş alıyoruz.
alla alla ya...
bak şimdi kendime kızdım haaaa....
neyse..
alcam onu ben...
başkaaaaaa..
yüksek yapcam ya bu sene..
başlıcam bi yerden..
kesin kararlıyım...bu iş yerinden ayrılmadan, başlamam lasım.
aksi takdirde yapamam!
bırakmazlar, izin vermezler :(
şubatta başvuruları var mesela..
ben de başvuracağım!
eheuhue :)
hem arkadaşın zoruyla gittiğimiz falcı dediydi ki, ben bu sene bi devlet dairesine girecekmişim.
hatta hayatımın aşkını da orda bulacakmışım...
ehueheue..
yüksek lisans yapamazsam, hayatımın aşkını kaçırabilirim.
bu da bahane olarak yazsın bi kenarda.
mülakatta söylerim artık :)
sonracııııma...
zayıflıcam artık, yeter çünkü.
üniversite resimlerime bakıp, yaşlı gözlerle yatağa kapanmaktan sıkıldım.
mesela en yakın arkadaşım, bir diğer kardeşim; evlencem diye tutturdu.
onun düğün organizasyonunu milat sayabilirim kendime.
o düğüne eskisi gibi J.Lo gidebilirim.
dönüşüm muhteşem olur mesela :)
evet sanırım hepsi bu..aslında elbet vardır başka başka..
şu an gelmiyo aklıma..
zaten bu kadar yazabilmiş olmam bile mucize..
yılbaşı kutlaması münasebetiyle kızlarda bulunuyorum.
biri saçlarını düzleştiriyor, diğeri yüksek volümde geyik yapıyor.
benim de dahil olmam gerekiyor, işin kötüsü.
arada laf atıyorum.
ama onlara yetmiyor.
şimdi gitmem gerekiyor hatta.
yemek hazırlıklarına başlayacağız yavaştan.
hemen menüyü de sayayım, eksik kalmasın.
tavuk sote yapcas, sebze haşlama yanına,pilav bi de, acılı ezme ve amerikan salatasından oluşan minik meze güruhu, fındık-fıstık, cips ve tatlı olaraktan limonlu cheesecake :)
şimdi de alkoden bahsedeyim.
iki şişe şarap aldık.
bira var, takviye kuvvet.
ama asıl bomba, UZO!
evet, mezeler de onun yandaşı zati..
ben maalesef yarın çalışacağım için, fazla içemeyeceğim..
ama bu alkol oranı, bize güsel bi yılbaşı geçirtir heralde.
ne de olsa üç hanfendü olcas bu gece..
daha ne olsun :)
şimdilik hoşçakalın demek zorundayım.
polly, beşiktaştan bildirdi.
herkese mutlu yılar....
yeni yılda öncelikle akıl sağlığı diliyorum herkese...

Küçükken ben, yani genç iken...aman işte, 17 yaşında falanken; babamın da etkisiyle, koyu bir futbol takipçisi idim. (bir söylem ancak bu kadar yumuşatılabilir) Fenerbahçe taraftarı idim ve evimiz de stadın karşısında idi. Kadıköy'deki her maça giderdik efenim. Aman ne eğlence... Bir cümbüş, bir kargaşa...Hele hele derbi maçlar... Olsa da izlesek şimdi.


Yaşlanmakta olan herkesin başına gelen bişidir heralde bu."nerde o eski günler" sendromu. Ben de böle hissediyorum. O eski maçlar gibi değil, şimdikiler...O zamanki futbol da farklıydı, futbolcular da, taraftar da..


Neyse konumuz bu değil zaten. Şimdi; hikayenin esas karakteri 17 yaşında bir kız çocuğu olunca, gördüğüne aşık görmediğine bulaşık olması da normal. Normal di me? :) Ben de öle oldum. E futbolla ilgilenince, yaş da 17 olunca, anca futbolcuya aşık olursun. Ama ben farklıydım sevgili okur.. Herkesler Emre Aşık peşinde koşar iken, Vedat’ ı fln beğenirken; ben ne yaptım? Gittim Tayfun Korkut’u seçtim!
(Ps: Dali yazısında anlattığım “beğenilmeyeni beğenme, istenmeyeni isteme hadisesine kanıttır, kapaktır)


Hatırlamayanlar için, Fenerbahçede 7 numaralı formayı giydiğini hatırlatayım. Beşiktaşlı Tayfur Havutçu ile karıştıranlar için ise, şöle okkalı bi tükürük hazırlayayım..


Neyse efenim, bu adamın parantez bacakları, karekterli burnu beni benden aladursun; bu konudaki hislerim yakın çevrem tarafından duyulmaya başlandı. Önce; onların sahiplendiği futbolculara sarkmadığım için sevinen arkadaşlarım, sonrasında akıl sağlığımdan şüphe etmeye başladılar. Hatta “gel sen de benimkine asıl” diye, kendi sevdiği futbolcuyu bana peşkeş çekmek isteyenler bile oldu!!
(Ps: allam nası bi yerde büyümüşüm ben.. Hala yaşıyor olmam bile mucize. Bu ne biçim muhabbet böle ya)


Ama yok, ben çok sadık idim kendisine.. Hatta bir gün, antreman yaptıkları sahaya bile gittik arkadaşla. Adamın birine (ki hala sevgiyle anarım kendisini, hatırlamasam da tipini) fotoğraf makinemizi verdik ve o bize içerde bi sürü resim çekip getirdi. O zaman dijital makineler yok, koştura koştura tab ettirmeye gittik. Velhasıl kelam, resimler pek güsel... Şööööle yatakta uzanmış bi Tayfun, hayalini bile kuramazdım bu kadarının (o zamanlar tabe... ehu..)
Bi de kapıdaki güvenlik amca bize kanı kaynayıp, içeri girmemize izin vermesin mi?
Ben de o resimleri Tayfun’a bizzat imzalatmayayım mı? Artık benim için Tayfun; muhteşem bir karekter, vazgeçilmez insan, muhteşem erkek....


Neyyyse...Aradan geçen 10 küsür senenin ardından, şimdi neden yazdım bunu; biliyor musun okur!
Nerden bileceksin bea!
Efenim facebook’ta, o dönem yine o tayfadan olan biri eklemiş bendenizi..
Profiline fln baktım..
Nostaljik oldum. Onun da yatakta uzanır fotosu var bende :))))) bilse ne düşünür acaba? Kih kih..
Kıssadan hisse : çocukken yaşadığın travmaları unutma... döner döner, bi yerden gelir bulur.. apışır kalırsın...
(Ps: ay naapsam, kendisine bi yakınlaşma yazısı mı yazsam ki? Kih kih ve de hah hah)



Koskoca Dali gelmiş Şehr-i İstanbula, gitmem mi ben?İki elim kanda olsa giderim.
Bkz: tecrübe ile sabit...Rodin geldiğinde imkansızı imkanlamış da gitmiştim.. yorgun, argın, itiş, kakış, uçuş, kaçış..amaaan ne zor zamanlardı...
Gittim de nitekim..ama farkettim ki, yalnız değilmişim..aman efenim ne çok kişi varmış, iki eli kanda olsa gelecek...bi görseniz, ortalık kan revan :p
Velhasıl kelam, ne gördüm?neredeyse hiç..her resmin önünde bir mahşeri kalabalık...bir -sıra ile resimlere bakma- hali...eller çenede, düşünce ile çatılmış kaşlar...herkes bir entel bir entel...ben vallahi kabak kemane kaldım yanlarında..resimlere de yanaşamadım zaten. ilgiden nasibini nispeten az almış, tabiri caiz ise kıyıda köşede kalmış resimlere bakarak gezdim sergiyi. Zaten küçüklüğümden beri “sevilmeyeni sevme, istenmeyeni isteme, dışlananı içselleştirme” gibi bi huyum vardır. Burda da geçmişten gelen tecrübelerimi kullandım. O bakılmayan resimlere pek baktım..pek sevdim onları :) nitekim bi kaç da foto çektim.onlardan birini de yazının başında sizinle paylaştım.
Sözkonusu sergide beni en çok etkileyen şey, adamın yaşayan bi dahi olması. Mesela Ara Güler tarafından çekilmiş fotoları vardı sergide.. o kadar gerçekti ki adam.. sanki biz o resimlere bakarken, o evinin balkonunda martı besliyor gibi hissettim. İstesem konuşabilecekmişm gibi geldi. Ama aklımdan şöle geçti, saklamayayım. Bi kaç soru sormaya kalksam, nasıl tersler, kafamdaki imajını nası yıkardı, allah bilir.. çok burnu havada bi tip sanki..burnundan kıl aldırmaz sanki..ve daha burunla ilgili ne kadar kötü deyim varsa, hepsi..
Ben de kendimle çelişseydim.önce pek sevdim, sonra bi tiksindim adamdan..
Aaaaa ben de bi yola gelsem ya..
Neyse, şu ahir ömrümde bir sürrealist de gördüm efendim..
Ölsem de gam yemem; sorana da çat diye sölerim, nedir sürrealizm...

Yine tiyatro, yine sanat..
Sanata doymuyorum sayın seyirciler...
Bu kez de aksanat'ta izlediğim bir oyunu paylaşmak istiyorum sizlerle.
Efenim oyunumuzun adı “salvador dali göndermeleri içimi ısıtıyor”
İsminden bile belli değil mi, ne kadar sanatsal olduğu....
İsminin sezdirdiği kadar sanatsal ve sürrealist üstelik...
Allah korusun kefen gibi yapmışlar salonu..bi kere bence bu pek çirkin...ayrıca koltuklar yetmemiş, zemine de serdikleri beyaz beyaz örtüler yüzünden insanlar düştü basamaklara takılıp, yerlerde yuvarlandılar, daha da samimi oldular yer yer...
Önden bi gitarcı çocuk çıktı sahneye..daha insanlar yerlerden kalkamadan çalmaya başladı gitarını...(moulen rouge’daki -sitar player- geldi aklıma...kih kih)
Dekor mağduru zavallı insanlar “oyun başladı mı, geç mi kaldık, çok önemli sanatçı şahsiyetlere ayıp mı ettik düşerek” der gibi birbirlerine baktılar haliyle.Sonradan anlaşıldı gitarcının yersiz olduğu.. herkes yerleşmeye devam etti. Ve oyun başladı.

Amanın çok saçmaydı yaw... incecik kıyafetler içinde güzel bi abla kıvrandı sahnede... yalnızlıktan kafayı yemek üzere olduğu sezdirilmeye çalışıldı seyirciye.. “ay” ı temsil etmesi için yaşlı bi amca oturtulmuştu bi köşeye.. beyaz ve uzun saçlarını tarayıp duruyordu. Bu yaşlı amca ve ince giysili güzel kızımız arasında fingirdeşmeler yaşandı. Ve kız o adamı (yani ay’ı) öptü!Evet efenim, öptü resmen!böğk...

Sonrasında “kedi”yi temsil etmesi için sahneye çıkarılmış olan bir genç kız ile “çakal”ı temsil etmesi için sahneye çıkarılmış bir delikanlı; hayvanların ikna yoluyla üreme çabaları üzerine, olmayan bişi sergilediler.çakal kediyi çiftleşmeye ikna etmeye çalıştı ama kedi bunu yemedi.

Sonrasında elinde temsili bir teleskopla “ergenlik çağındaki delikanlı”yı canlandırmak için bir adam geldi sahneye. Esas kızımıza ilanı aşk etti, ay ile yaşadıkları aşktan haberi olduğunu söyledi, tehdit etti vs. Tüm bunlar kadının kendisiyle yatması içindi. Ama kadın bu numaraları yemedi ve oyun kaldığı yerden devam etti. (oyunun ilerleyen bölümlerinde onu da öptü yaaa...)

Sonrasında sahneye kadının kocası rolünde “mehmet ali nuroğlu” çıktı ki, oyun o saatten sonra anlamlandı efenim. Hakikaten çok başarılı bir oyunculuk performansı ile günü, aksanatı, dali’yi ve dahi tiyatro sanatını kurtardı diyebilirim.

Asker olan esas oğlanımız; çok kötü anılarla, uzun süredir ayrı olduğu evine döner. Ve fekat karısını pek de bıraktığı gibi bulamaz. Kadın ay ile fingirdemiş, yeni yetme bir oğlan çocuğunu öpmüş felandir.Durumu içler acısıdır yane..
Buna rağmen aristokrat buhranlara kocasının başını şişirmeye, bir tatlı huzur vermemeye yeminlidir. Oyun esas bu raddeden sonra ayakları yere basan bir hal aldı ve o şekilde de bitti.

Kıssadan hisse: isminden kıllandığınız oyunlara gitmeden önce iyice araştırın.mehmet ali nuroğlu’nun baksırla göründüğü sahneler olduğuna yemin billah eden bi kaç şahit bulamazsanız, aman derim gitmeyin :)

bu kadar sinema ve tiyatro yazısı yazmışken, gittiğim bir diğer tiyatroyu atlamak haksızlık olur...

yumurtladığım hikmetlerden, o da faydalansın...

reytingi artsın :)

efendim büyük büyük tavsiyeler üzerine 18 aralıkta kadıköydeki oyun atölyesinin yolunu tuttuk, ben ve sevgili ofis arkadaşım. zaten kendisi peşimden ordan oraya sürüklenmekten, en az benim kadar kültür mantarı oldu...

oyunun ismi testosteron...

kadın erkek ilişkilerini, erkek gözünden değerlendiren bi oyun..

oyuncuların güzelliği ayrı bi yazı konusu :)

oyunun güzelliğinden bahsetmekle mükellefim ben..en azından bu platformda :)

kadın erkek ilişkilerini anlatan dedim ama, yüreğim sızladı, eksik anlatım oldu diye..

kadınları erkek gözünden anlatan bi oyun..

sahnede sadece erkekler var..hatta parmak hesabı saymak gerekirse tam tamınaaa 7 erkek.

oyun; düğün seromonisinde damada evet demeyen ve seyirciler arasından birini gösterip öpen gelin yüzünden çıkan kavga ertesinde, düğün sonrası kutlama yapmak için ayrılan mekana kan revan içinde dalmaları ile başlıyor. mekanın işgüzar garsonunun da muhabbete katılması ile, ortam şenleniyor...

yaklaşık iki saat süren oyun boyunca birbiri ile kah atışan, kah dövüşen bu erkeklerin; oyun sonunda suçlu ilan ettikleri ise "testosteron"

şahsi fikrimi merak eden olursa; erkeklerden ibaret oyunların küfürlü olması gerekmiyor derim.tamam elbet konuşmaları cinsel içerikli olur. elbet kadınlardan konuşurlar yorulmadan. ama gerçekçi olsun diye sürekli çirkin tabirler kullanırsa karekterler, bu kez "yok artık ya" tadı bırakıyor insanın ağzında.

bu tabii oyunun metni ile ilgili..oyuncuların konuda zerre suçu yok... zaten pek çoğu televizyondan aşina olduğumuz, rüştünü ispatlamış oyuncular. ama benim en beğendiğim performans, gelinin öptüğü bahtsız gazeteci rolünde izlediğimiz "mert fırat"

çok beğendim, takibe aldım kendisini.başarılarının devamını dilemek üzere kulise girmek istesem alırlar mıydı acaba?

efenim kıssadan hisse....

türk tiyatrosunda öyle güzel şeyler oluyor ki, ağzınız açık kalır..

doğru oyun seçimleri belki de benim şansım...

ama hakikaten çok güzel oyunlar izledim bu sezon.

daha bitmedi....

daha ne oyunlar, ne konserler var sırada...

beni bekleyin anacım..

byeee..
(testosteron-esra eron)
(ne bilim işte :*)






tüm aristokrat mutsuzluklardan olduğu kadar bu adamın aristokrat mutsuzluğundan da iğreti oldum.
içimi acıtan, cızır cızır ettiren bişi vardı, kabul.
ama o his bende uzun zamandır var ve arada cızırdar durur zaten.
o gün o sinema salonunda cızırdaması da tamamen tesadüfi olabilirdi..
cızırdayası varsa, bir kebapçıda şalgam suyuna karşı da cızırdayabilirdi.

acı çekmenin ne demek olduğunu bilmeyen "yaşamamış/bilmemiş" insancık güruhlarının; aristokratça "yapamıyorum, aşık olamıyorum; bu yüzden de korkunç acılara gark oluyorum. geceleri yastığıma sarılıp ağlıyorum da, kimseler duymuyor" triplerini görmeyi öğrendiğimden beri; farklı bakıyorum erkeklere, kadınlara ve ikisi arasında kurulması muhtemel her tür ilişki/ilişiklere...

doğanın insanlara bahşettiği yegane yetenek olan "çift olmayı" beceremediği halde, kendini güzellemek adına "yapamıyorum/olamıyorum" demek; bir de bu yeteneksizliği aristokratça matah göstermek her ne kadar alkışlanası olsa da, ucuzlaşan hikayeleri okumayı bilenlerde, hızlı giden bir lunapark treninde başaşağı kalmak ile eşdeğer mide bulantıları etkisi yaratıyor.

bunlar kabul edilebilir..ama 18'inde... sen çağan ırmak olarak bana; 30 yaşını hayli geçmiş, yoldan çevirdiğin 100 kişinin verdiği 60 popüler cevabın tamamını işgal etmesi muhtemel özelliklerde , hayal edilen bir hayata sahip ve sırf bu yüzden içselleştirilmesi umulan bir erkek karakterin; tüketip durduğu hayatını, "ıssızlık" olarak sunacaksan...
bu yoz erkek kişinin karşısına da, hayata tutunmasına yardım etme misyonu yüklediğin kişi olarak; ne kadar aristokrat özellik varsa yanyana dizilivermiş; sinemacı/kostümcü/sahaf gezen/ okunmuş-hikayesi olan kitap seven/beyoğlunda kendi dükkanı olan/çocuklara özel kostüm diken/ dijital fotoğraf makinesi kullanmayı reddeden/ kendine asılan erkeği bir şekilde yola getirip bir de gerçekleri gösteren bir 25'lik kız koyacaksan...
ya ben boşuna izledim bu hayatı kenardan köşeden, ya da sen beni hafife almışsın...

söylenmesi gereken bir iki şey daha var bu filme.. hiç bir erkek; birkere bile aşık olmadan, bu tarz aristokrat mutsuzlukların yaptığı primi göremez. Aşık olacak,terk edilecek. Aşık olacak, elde edemeyecek. Aşık olacak, tutunamayacak...Ve tüm bunların ışığında, kendine yalnızlıklardan bir kalkan edinecek. Adına “ıssız” dediğin bir adamı, gözlerinin içine bakarak sevişen bir kadına sırf bu yüzden aşık edersen; hikaye bir yerden yamulur. Çok gözgöze sevişmişliği olmalı, böyle bir adamın.. Çok ağlamışlığı olmalı yatakta.. Çok bilmeli esas kızımızın kurduğu cümleleri.. Çünkü en çok lisede sahiplenilir cezmi ersöz edebiyatı.. ancak o dönemde kurulur böyle cümleler ve sadece o dönemde etkiler karşıdakini o derece.

Çatlakları olan bir filmdi.. Yanlışları olan esas oğlan değil, filmdi aslında. Ama göze inen perde, müzikle desteklenmiş, karekter tahlilleri ile kişiler içselleştirilmişti. İzleyici için artık çok geçti. Belki de bir tek ben gibi, acının ne demek olduğunu bilen yaşamış/ bilmiş kişiler gördü bunu.. Çok “ıssız adam” görmüş ve ıssızlığı altında ezilmiş kadınlar...

Acı çekmek için sinema salonlarına koşmak zorunda kalan duygu yoksunu hedef kitleden değilseniz şayet; ben gibi çıkmışsınızdır sinemadan. Girdiğiniz gibi yani.... Ve içinizi kemirip duran o “havada kalmışlık” hissini de unutmaya başlamışsınızdır çoktan. O havada kalmışlığın sebebi budur işte...
Not: Resim http://www.bobiler.org/ adresinden alınmıştır. monte sahibine kucak dolusu yelkovanlar... :)



24.12.2008

KüLTüR MaNTaRı


tiyatroya gittim efem bu akşam..

hatta çıkar çıkmaz da, bu yazıyı yazmaktayım.

"bernarda alba'nın evi" isimli oyuna.,şehir tiyatrolarının oyunu ve kadıköy haldun taner sahnesinde izledim.

bu kadar önbilgiden sonra, biraz da alt bilgi vereyim.

kocası ölen despot kadın (ki kendisi bernarda alba oluyor), 5 kızını yas bahanesiyle eve kapatır ve değil insanlarla iletişmek; kapıdan bakmalarına bile izin vermez.

kadının ilk kocasından olan en büyük kızına, üvey babasının ölümü ile muazzam bir servet kalır. köyün en yakışıklı delikanlısı ise bu 39 yaşındaki dilbere evlenme teklif eder. fakat şöyle bir handikap vardır ki, 5 kardeşin 5 i de bu delikanlıya yangındır. en küçükleri ve en güzelleri olan dilber ise bu delikanlı ile ateşli bir ilişki yaşamaktadır. evde bir yandan düğün hazırlıkları yapılırken, bir yandan babalarının yası tutulmaktadır. ve 5 kızın 5 i de, için için ağlamaktadır.

neticede aşk, kardeşleri birbirine düşürür. en genç ve en güzel kızın, en büyük kızın nişanlısı olan en yakışıklı oğlan ile yaşadığı ilişkiyi despot annelerine ispiyonlarlar. anne eline tüfeğini alıp, oğlanın peşine düşer. dışardan duyulan silah sesi ile, evdeki itiş kakış bir an için durur. kardeşlerden birinin "bu iş bitti" demesi ile en güzel ve en genç kız kendini karavana benzeyen baştan beri neden sahnenin oratsında durduğunu anlayamadığım şeye girer. ev halkı onu ordan çıkarana kadar, kendini bir nayln poşet ile boğmuştur. ve fekat, esas oğlan sadece kaçmıştır..sapasağlamdır yane..

neticede oğlan kimseye yar olmaz, güzelim kız öldüğü ile kalır..

esas oğlanın adı kalmış aklımda bak. "pepe"

kızlardan hiçbirinin adı kalmadı aklımda..

nedense :p


ps: oyunda 10 (on) adet kadın oynamakta.. o kadar bahsedilen esas oğlanın neye benzediği, sizin hayal gücünüze bırakılmış...akıllıca :)


kıssadan hisse: 5 kadını bi eve tıkarsan, biri ölür !


recaizade mahmut ekrem'in araba sevdasını bilirdin ey okur..
bu da yeni bir bilgi olsun dimağında...
hayde, selametle..

Bu ülkede çok güzel işler yapılıyor..
Bu ülkede gerçek oyuncular yetişiyor..
Gerçek yönetmenler, kostümcüler, sahne ve dekor tasarımcıları...

Şiddetin ne demek olduğunu bilen insanlar bunlar..
Acı çekmenin, uyuşukluğun, varlık ve yokluğun...
Olmanın ne demek olduğunu bilen insanlar...
Rol yapan değil; o salonda, iki saatliğine -o adamlar- olan insanlar...

Küfrederken ağzından salyalar saçan, yumruklarken kemikleri acıyan, tekmelerken sarsan/sasılan...
O iki saatte elleri, omuzları, kemikleri moraran...
Gerçekten çektiği acıdan inleyen adamlar..
Erkek bedenine hapsolmuş, zarif bir kadına can verirken iki saat boyunca; asaletle ağlayan...
Gözyaşlarına hakim olamadığı yerde, izleyicisinden bile saklamaya çalışan.
Tasvip edilmeyecek olanı canlandırırken, o adamı gerçekten öpen...

Elindeki silahı, kardeşinin alnına dayamışken; korkudan ve hüzünden zangır zangır titreyen..

Görmediğimiz, görmemek için maddi bedeller ödediğimiz tüm şiddeti; yine bir maddi bedel karşılığında yüzümüze vuran adamlar...
“Bu dünyada bunlar oluyor amına koyiim” diyen adamlar...

Para karşılığında herşeyi alırsın dedirten olaylar..
Gencecik oğlan çocuklarını; parası olana önce dövdüren, sonra düzdüren sonra da öldürten adamlar...
Bir oğlan çocuğunun zamansız ölümü ile, yakınındaki zavallıyı şiddete yem edebilen...
Gözünü bile kırpmadan “elvis öldü ama bu da onun kadar biliyor şarkının sözlerini, al bunu sik” diyebilen adamlar..
“o da olur” cevabını alan ve yalvara yalvara saçından sürüklenirken “abi yapmayın nolur” diye ağlayan en masumlar..

Zavallılığın birbirine bağladığı gencecik adamlar...
Nefretle seven birbirlerini..
Hayatlarının bir noktasında, hep birbirlerini kurtarmış...
Hayatta kalmalarına yardımcı olmuş ve birbirlerinden başka dostu da düşmanı da olmayan adamlar..
Hayatta kalmak için uyuşturan, hayatta tutmak için döven adamlar..
Birbirlerine sahip çıkan ama en zor yollara hep birbirlerini atan adamlar...

“bir gün sizi koruyamayacağımı anlarsam, kendi ellerimle öldürürüm”
Ve hep bacağında silah taşıyan bu yüzden..
Alnına dayanan namludan çok korkan ve bu korkuyu hergün yaşayan...
Tahrip edici hikayelerini, bağıra çağıra yanında taşıyan...
İnsan neticede, korkudan en yakınındakini bırakıp kaçan..
Bunun vebalinini sessizce saklayan ama...
Kıyamayan, bunun için öldüresiye döven...
Kıyamayan, bunun için öldüresiye söven...
“seni o kadar seviyorum ki, evire çevire dövebilirim”
“ben seni o kadar seviyorum ki, çevire evire dövebilirim”

İki saat boyunca zekasıyla mücadele eden, hafızasına yenik düşen bir zavallının; ölmek üzereyken hatırladığı
“hatırladım abi, biz uzay kovboylarıyız”

Gözyaşı, ter ve salya ile ıslanmış; yırtık kitap sayfaları ile dolu zeminde; iki saat sürünüp dayak yedikten/dövdükten sonra, kalkıp giden o adamların ardından titreyen ellerimin ve tutmayan dizlerimin hakkından –one shot teqiula- ile geldim ben.
Ellerini sıkıp teşekkür ederken, tükenmişliklerini farkettiğim o adamlar..
Bunu “bile bile” yapan.
O iki saatte, kendilerini sayfa sayfa yırtıp, dekora katan adamlar..

Midemi yakan, ağzımı kurutan o his, hala içimde...
Biliyorum, hiç bir şey eskisi gibi olmayacak bundan sonra..
Olmasın da zaten.

-Vücudu boğa, kafası adam- olan o “şey” ile labirentten çıkana kadar konuşmak; iyi bir fikir olabilir Elliot.
Ama “vücudu insan, kafası boğa” ise, hiç bir işe yaramaz; kapıya bağladığın ip..
“ne farkeder amına koduğumun gerizekalısı?”
“sensen farkeder amına koyim!”

İşte şimdi sert bir içkiye ihtiyacım var..
Yine...

Hassiktir...
ben takıntılı olduğumdan heralde...
muhtemelen kimse farketmemiştir bunu...
Türkiyaa'mızda çocuklarına emir kiplerinden isim layık görenler var...
ki ben bu tip isimlere kıl oluyorum....
emir kipinden isim mi olur?
genelde sıfatlardan seçilmez mi isimler?
ya da güzel nesnelerin adlarından.. (çiçek olur, böcek olur, erdem olur...di me ama)
aşağıda bir kaç örnek vereceğim...
aklına gelen olursa; yazsın da, uyuzum artsın...
allah rızası için :)

* başar !
* seçil!
* atıl!
* sevil!
* ulaş!
yaşlandığımdan, artık benden geçtiğinden dem vuran bi yazı yazmak gibi saçma sapan bi niyetim vardı aslında. ama niyet –saçma- olunca, -sapmak- da kolay oluyomuş demek ki..
"yaş kemale erdi" demeye yeltendim, daha diyemeden "o ne demek lan" diye cevabı yapıştırıverdim.
“Yaşın kemale ermesi” ne demek?
“Kemale ermek” ne demek?
“Kemal” ne demek?
(aşk ne demek, aşktan yanmak ne demek)

Tümdengelim yöntemi ile çözümleyeceğiz şimdi bu söz öbeğini..
Yaşın kemale ermesi; yaşlanmak, yaşını başını almak, olgunlaşmak demek ise...
Ki öle demek...
Kemale ermek; yaşın ilerlemesi, belli bir olgunluğa ulaşmak demektir
Bu durumda “yaşın kemale ermesi” ile “kemale ermek” arasında pek de bir fark yoktur :x
Kemal ise, bu bilgiler ışığında; yaşını başını alma işlemi, olgunlaşma durumu demek oluyor.

Güzel türkçemizde “kemal” bir isim olarak kullanıldığına ve fiillerden isim yapılmadığına göre(yapılanlar var, bunu bir başka yazımda ele alacağım); bu durumda kemal, olgun, orta yaşlı veya orta yaş üzeri, sevilen/beğenilen kişi anlamına gelmektedir...

Bu çıkarımdan hareketle aklımıza “kemal” örnekleri getirelim...
Kemal 1- Richrad Gere
Kemal 2- Kevin Costner
Kemal 3- Bruce Willis
Kemal 4- Mickey Rourke

Yaşasın kemaller..
Allah kemalleri başımızdan eksik etmesin..
Hepimiz kemalistiz :)
 
MüTeveLLi HeYeTi © 2009. BaLıK GöZüNDeN İNeK!