31.03.2009

KöSTeBeK


bu baharın gelişi ile, hayat daha da zorlaştı..
güzelim havalarda, sigara yasağının da sayesinde; bahçeye çıkıp, yemek sonrası iki nefes çekmek büyük keyif.
bi de doktorlar "sigarayı bırak, aman da çok zararlı" diyorlar.
yahu; zaten köstebek gibi yaşıyorum.
yer altında çalışıyor, ev-iş arasında yer altından (metro ile) gidip geliyor ve yer altında yaşıyorum.

bir de bahar gelmiş.
çıkmayayım mı bahçeye?
çıkarsam, içmeyeyeyim mi sigara?
hadi ordannn!!!!!!!

sigaramı da seviyorum, güneşimi de...
mahvetse mahvetse, güzel havalar mahveder zaten bizi :)

bu arada; sigarayı bırakmaya çalışanlara sabırlar diliyorum :)
anladın sen onu :)

30.03.2009

oy oy oy...

milletçe vatandaşlık görevimizi yaptığımız pazar gününden hemen sonra; ne hırslı bi millet olduğumuzu düşündüm, a dostlar...
görev ifa edeceğiz diye, çekmediğimiz eziyet kalmadı.
gerçi bunda benim şahsi bahtsızlığımın da etkisi olabilir.
oy kullanacağım okuldaki bütün sınıflar bomboş iken, bir tek benim sınıfımda kuyruk vardı. öle böle bi kuyruk da değil hem, bildiğin 88 çizmiş bi kuyruk...
belki 40 dk bekledik, aile eşrafım ile.. bi an bile oflamadık, yakınmadık...
bilinçliydik ölümüne :)
hedefe doğru yaklaştıkça, herkesin içindeki saygısız canavar çıktı ortaya.
annemi kınadım en çok :)
arkamda sakin sakin beklerken, sol kulvardan atağa kalkıp, son anda önüme seğirtti...
kimliğini benden önce tutuşturdu kadının eline... ters ters baktım ben de...
görevli de bi sorun olduğunu anlayıp, meraklı gözlerle annemi süzmeye başladı..
açıklama yapmak zorunda hisseti annem kendini. "kızım o benim" falan gibi bişiler saçmaladı. pek eğlendim... :) sonra ben annem ve kardeşimin kimliğini tek bir yerde toplayıp "aile bunlar" dediler. pek gurulandım.. çekirdek aileme göz ucundan bakıp, iç geçirdim :)
oyumuzu verdik, ailecek bolulu hasan ustada tatlı yedik. ben yemedim, recimde olduğumdan :)
klasik şekilde sert ve sade kahvemi içtim. ama çamur gibiydi kahve, tavsiye etmem pek..
sonra yine ailecek alışveriş edelim, evin ufak gedik ihtiyacını alalım dedik. ama o ufak gedik ihtiyaç listesine makyaj altı kremi, çifte teflon tava fln girince, 113 TL gibi bi rakam oluştu kasada. yiğitliğe bok sürdürmedik, gık demeden ödedik. sonra da evimize döndük. evimize...
sonra da ben kendi evime döndüm. içim burkuldu be bi taraftan. anneciğimi, kardeşceğizimi bırakıp, yapayalnız hayatıma döndüm ey okuyucu... :(
ev bi soğuk geldi gözüme.. ışıkları yaktım, müzik açtım bağırta bağırta. duş aldım şarkı söyleyerek fln... neyseki ev arkadaşım pek gecikmeden artı 1 kontenjanıyla geldi de, sıkıntım dağıldı biraz. bi de özlemiş beni manyak, sarıldı fln.. pek duygusal bi haftasonu geçirdim yaw...
hormonal hormonal, kesin :)
28.03.2009

ÇıTıRa KaFKa


dün akşam çıtırıma, Kafka Abimizin "Aforizmalar" adlı baş yapıtını hediye ettim, a dostlar...

okusun, kendini geliştirsin istedim.

yaş da müsait öğrenmeye :)

hatta "şu arayı kapatmamız lazım" dedim de, pek bozuldu...

neyse, enteresan ama; bu sabah pek bi iyi hissediyorum kendimi...

milyonlarca kadının bir bildiği olmalıydı zaten :)

27.03.2009

90' LaRDaN PoLLy


eski kafalı bi ihtiyar olmaya, bi eşik uzaktayım sanırım...

eskiden dinlediğim müziğe gürültü diyen, ruh hallerimi anlamak için çaba bile sarfetmeyen, enerjimi savuruş biçimlerimi yersiz bulanları kınardım.. çok kınardım hem de.. "asla sizin gibi olmıcam lan ben..içiniz geçmiş sizin.." derdim...

şimdi onlardan biri oluyorum giderek...

15-25 yaş arası, pop gençliğinin dinlediği müziğin ciddi bir elektronik cayırtı olduğunu düşünüyorum! şarkıyı söyleyen kişinin sesi bile, ses değil.. elektronik bir yapılanma adeta... haksız mıyım ama ya?

giydikleri de bişiye benzemiyo çoğunun.. bilirsiniz "emo kid" furyasını. onları gördükçe "allaam bigün benim velet de böle giyinirse naparım ben?" diye tırsıyorum yeminlen.. elim kolum bağlanır heralde... konuşamam bile çocukla. "oğlum/kızım bi derdin mi var, niye böle eziyet ediyosun kendine?" desem, beni eski kafalılıkla ve içi geçmişlikle suçlar di me?

lise dönemlerimde giydiğim simsiyah pardesüleri, sürdüğüm siyah/bordo ojeleri, gözüme sürdüğüm katran karası kalemleri ve saçımı boyadığım mor/yeşil/kırmızı renkleri gördükçe; anneciğimin "ah ah, pek güsel olmuş bu üstündeki.. valla yeni modada ayrı bi güsel canım" demesi, meğer ne büyük bir olgunlukmuş yarabbim! anlam veremediği şeyleri eleştirmek yerine, seçimlerine saygı duymak, tarzını yaşaman için cesaretlendirmek.. hani boynuz kulağı geçecekti? ben annem kadar olgun ve adil olamıyorum. içimden gelmiyor!

"hepiniz salak gibi görünüyorsunuz" diye bağırmak geliyor içimden, alınlarının çatısına doğru...

bilgisayarım güselim 90's şarkıları ile dolu.. durup durup onları dinliyorum. pop'tan rock'a, geniş bir yelpaze... sıkılmıyorum hiç.. hep aynı şey dinlenir mi demeyin, sadece iş yerimdeki pc de 12GB müziğim var... bir dinlediğim şarkıyı, bir daha dinleyebilmek için, özel bir arama yapmam gerekiyor.. o kadar çoklar ve o kadar güseller ki...


hayatıma girenlerin, görüşüp konuştuklarımın, bekar olduğu için özgür olan insanların yaş ortalamaları düştükçe; ben kendimi sorgular oldum... oysa haksızlık mı ediyorum, şu güzelim bünyeye?

ben en iyisini bilirim hacım... ben ne diyosam o..

sil çabuk o makyajı gözünden, emo mu olcan başıma?

te allaam ya...


PS: Kurt Cobain' e saygılarımla... seni canlı izleyemedim ya, en büyük uhdedir içimdeki...


26.03.2009

ÇıTıRLa KaHVe


çıtır aradı yahu :)
işim yoksa, akşama görüşmek istermiş..
ben de dedim, "içeriz bi kahve"

uzadıkça boku çıkacak gibime geliyo ama, hayırlısı bakalım...


Uzuuuun bir aradan sonra, dün akşam dışarı çıktım efenim. Çok çok sevdiğim bir arkadaşım geldi. Kendisi denizci, seferden döndü. Kendimizi hemen Asmalımescit’ e attık. Bi ufak Yeşil Efe’ mizi ve mezelerimizi söledik. İçtik, yavaştan demlendik. Rakımız bittiğinde saat dokuz falandı heralde. Arkadaş da, “erken daha yauv, gidelim de bi yerlerde dans edelim” dedi. Eh kırmak olmaz, bunca zamandır buralardan uzak ne de olsa... kalktık “Araf” a gittik. Luxus orda çalmayı bıraktığından beri gitmemiştim. Yerine gelen grup da fena değil, duyurum olsun. Gerçi birden fazla solist biraz kafa karıştırıyor ama, neyse...
Bira söledik bu defa. İçip hafiften sallanmaya başladık. Sonra ev arkadaşım geldi. Valla kızı yataktan kaldırıp getirdim. Ama getirdim :) bu bizim arkadaş sölenmeye başladı, “sizden bi cacık olmaz. Ne biçim insanlarsınız. Bu kadar kalabalık mekanda kendinize dans edecek birini bulamıyorsunuz” bizim suratlar düştü tabii. "Doğru lan" dedik, "şu halimize bak, kendi kendimize takılıyoruz. Şurda bulsak birini, gecemiz güsel geçse, iki dans etsek" Başladık bakınmaya. Hatta arkadaş, ev arkadaşımı kolundan tuttuğu gibi piste götürdü. Ben de eşyaları bekledim. Bi süre sonra geldiler ama ikisinin de yüzünden düşen bin parça. “hiç adam yok valla, güsel kadın da yok ayrıca” diye söyleniyorlar. Dedim bu böle olmayacak. Az ilerimizde dans etmekte olan beyazlı bir çocuğu hedef seçtim kendime. Dedim “sevgili ev arkadaşım. Bunu nasıl buldun, alayım mı bunu sana?”o dedi ki “al, güselmiş” ben de aldım elime bi sigara, ateş istedim çocuktan. Sağolsun yaktı sigaramı. O yananı arkadaşa verip, bi tane daha aldım elime. Onu da gözüne soka soka elimde salladım bi süre.onu da yaktı, çok nazik çocuk canıııımmmm :) Neyse, uzatmayayım... neticede çocuk bana kaldı.. ve fekat bir öğrendim ki, çocukta yaş 23 !!!!!!!!!!!!!!!!!!
Amanın dedim, çıtırcılar kervanına ben de mi katıldım yarabbim!!!!!!!!!!!
Dans ettik, içtik, eğlendik...
Hatta; arkadaş feci sarhoş olup bir koltukta sızdığında taksiye taşımamıza bile yardım etti çocukcağız. Güç bela eve döndük. Aramış bi de sormuş, vardınız mı eve diye. Ben tuvaletteyken, ev arkadaşım konuşmuş.. “vardık anam, he” demiş de kapatıvermiş suratına.. :)
Bir gece gezmesi de bu şekilde sonuçlandı işte. Artık benim de bir çıtır vakam var, kendimi tam bir kadın gibi hissediyorum :D

PS: facebook sayesinde barda tanıştıkları kadınların ismi yanında soyadını da soruyorlarmış artık. Gezdim, öğrendim. :D
25.03.2009

Nick Cave


nick cave
şu ahir ömrümde; yanımda yakınımda takılmasını istediğim, yegane şahsiyet...
nereye gitsem, yanımdan yürüsün; dar kaldırımlarda önüme geçsin, bi dakka bile gözümün önünden ayrılmasın istiyorum...
her daim şarkılarını söylesin kulağıma..
sadece benim duyacağım şekilde, aynı tonla...
aynı acıyla söylesin, aynı psikopatlıkla...
uyumam gerektiğinde artık, ninni kabilinden takılsın başucumda...
uyandığımda ilk duyduğum ses, onun sesi olsun...

"do you love me" diye bağrış kıyamet sorsun...
"let it be" desin, huzura erdirsin...
"henry lee" den bahsetsin, Pj Harvey'i de alıp kucağına...

anılarımı, güselliklerimi, acılarımı ve hüzünlerimi; iç cebinde taşısın her daim.
lazım geleni çıkarıp, anlatsın kendi dilinde...
ondan dinleyeyim, onu dinleyeyim...
hayatım, şarkılarının parçası olsun...
ne güsel insansın sen, Nick cave abi....

22.03.2009

KeHaNeT ??????


hayatımda ilk kez, ölebileceğimi farkediyorum...

hastalanabileceğimi, hayatımın ufacık bir sebepten; eskisi gibi olmamak üzere değişebileceğini...

yaşım ilerledikçe, eskisi kadar dirayetli olmadığımı...

çabuk yorulduğumu, aslında çok savunmasız olduğumu..

yaşlanmak aslında, eskisi gibi hareketli olmamak ya da gece dışarı çıkamamak değil...

yaşlanmak aslında, sağlığından olmak...

daha hızlı, daha kolay hastalanmak ve hiç de kolay iyileşememek..

artık ciğerlerim eskisi gibi kuvvetli değil..

senelerdir içtiğim sigaram, bana ihanet ediyor; ilk kez...

nefesimde bir hırıltı hissediyorum, öksürüyorum geçsin diye.. ama hep orda..

yıllarca atın ölümü arpadan dedim durdum...

şimdi korkuyorum...


normal bir insan hayatının, süreçlerinin pek çoğunu yaşamadım daha.

evlenmedim, çocuğum olmadı...

ne kadar çok şey var yaşanması gereken...

ama sanki ben bunları yaşamayacağım..

aklımda oluşmuş bir plan, bir hayal bile yok...

o tablonun içine kendimi 15 sene önce ne kadar koyamıyorsam, şimdi de o kadar koyamıyorum..


yarın bir gün, zamansızca ölürsem; "içine doğmuş kızın" derler di me :)

18.03.2009

HaLeT-i RuHiYe


bugün nedense, herkese gıcığım...

ters ters bakasım, ne bakıyosun diye laf atasım, hatta tekme tokat dalasım var...

mahalle delikanlıları gibi; kafamı rakibimin kafasına, alın bölgemden yaslayıp, horozlanmak bile gelir içimden...

biri bişi sölese de, kavga çıkarsam istiyorum...

sonra araya girsinler, biz birbirimize bir fiske bile vuramadan ayırsınlar...ayıranlara ayrı gıcık olayım...

bırakın lan beni diyim, ama boş an kollayıp aniden saldırmayayım...

öle, olduğum yerde efeleneyim sadece...


lisedeyken, ağır metalciydim bendeniz. simsiyah giyinir,asker çantası fln taşırdım...böle deri pardesüler, zincirler...herkese gıcıktım o zamanlar, aynı bugün olduğum gibi..

yolda bana laf atan kırolara da, yukarda bahsettiğim gibi dalaşırdım... hatta arabadan laf atan bir grup kıronun arabasına, seyir halindeyken tekme savurmuşluğum bile var... hiç çekinmezdim valla.. ama o zamanlar benim gibi kızlar azdı sanırım, afallarlardı... şimdi görüyorum da; ters bişi sölese kızlar, laf atan "hem suçlu hem güçlüler" bi de üstüne yürüyor kızların.. ne günlere kaldık yarabbi...


bak şimdi farkettim de; simsiyah giyinmiş, lise üniformalı bi kıza (ki ne kadar kıza benzediği bile tartışılır) laf atan biri, nasıl bir psikoloji ile yürümekteydi acaba sokaklarda? allah açları doyursun ya, valla.. hatta kimseyi de açlıkla terbiye etmesin... dişi kişi ile ilk karşı karşıya geldiğinde vereceği tepki hiç belli olmaz bölelerinin.. amaaaan, evlerden ırak...


az önce geçirdiğim kızgınlık nöbetinin pek de haksız olmadığına kanaat getirdim, şimdi yazdıklarımı okuyunca.. neyse, ben en iyisi doktoruma gideyim de, bi hal çare bulsun buna.. çünkü neredeyse emin gibiyim, hepsinin sebebinin kortizon içeren allerji hapları olduğuna...

ya da ben şu burnumu kesip atmalıyım artık... allam, bi insanın burnu bu kadar mı kaşınır? hani yanlışlıkla karabiber kaçar burnuna da, nası bi kaşındırır şerefsiz. hapşurursun arka arkaya.. işte benimki de aynen öle, hem de devamlı... düşünsene a dost; sürekli burnunda karabiber, gözlerinde yaş, kalbinde sızı...


amaaan, kaçayım ben...

:)

13.03.2009

SaÇMa II


bir ara, mütemadiyen bütün sahipsiz duvarlarda göze çarpan bir yazı vardı.

DTO

açılımını biliyor muydunuz acaba?

Dünya Türk Olsun

aslında bir temenni cümlesi, hattızahında...

ve fekat, altında yatan milliyetçi akımları görmezden gelemeyiz elbet..

mi acaba?

geliriz!

nitekim bizler gelmiştik.

sözkonusu cümleyi; belli temennileri halka iletme misyonu yüklenmiş bir söz öbeği olarak almış, ve kendi temennilerimizi iletmek için kullanmıştık...

işte temennilerimiz...

Dünya Turist Olsun, bi tek ben türk olayım...

Dünya Türk Olsun, bi tek ben turist olayım...


daha anlamlı değil mi peki?


dünyanın sonu geldi
buzullar buzullar...
heryer oldu buz gibi...
(asker marşı "yaylalar" melodisi eşliğinde söylenecek)

ve dodo kuşları; buzul çağını atlatmak için stok yaptıkları 3 adet karpuzu kahramanlarımıza kaptırmamak için verdikleri amansız mücadele sonunda, hem 3 karpuzu, hem de son dişiyi kaybederler...
dodo kuşlarının soyu neden tükendi diyenlere, cevaben...

hastasıyım...





Bu ülkede hasta olmak, diğer pek çok şeyi olmaktan daha meşakatli bi mesai...
Mühendis, doktor ve hatta genel müdür bile olabilirsiniz.. aldığınız eğitim, sahip olduğunuz her tür kualifikasyon; hastanelerde sıfırlanıyor. Mahşer yeri gibi adeta, herkes eşit... elinizde önceden aldığınız randevu ile gitseniz dahi, değişen hiçbişi olmuyor... kayıt yaptırmak için bekliyorsunuz, sıra gelsin diye bekliyorsunuz, aldığınız randevu saatinde muayene olabilmeyi bekliyorsunuz ( burda ummak anlamında )... bütün bu beklemeler yetmezmiş gibi, bir de sürekli azarlanıyorsunuz.. randevu alıp gittiğiniz halde, işleminiz yapmakla görevli kişiden azar işitiyorsunuz bi kere...her daim emir kipi cümleler kuran, herkese birinci tekil şahısla hitab eden ve istisnasız herkese salak muamelesi yapan bu kişiler kadar şişkin ego, çok az kişiye nasip olur..tek yeteneği mouse ile bişilere tıklamak olan bu kişilerin önünde sus pus olan caaanım halkım yüzünden; asi kabul edilip, daha da kötü muamele görüyorsunuz üstelik...
Olası diyaloglar da şu şekilde oluyor genelde...
Hasta (H): merhaba; internetten randevu almıştım da, kayıt yaptıracaktım.
Kayıt memuru (K): bekle biraz..
Neyi bekleyeceğini bilmiyorsun tabi sen... ben söyleyeyim hemen, kendisinin paşa gönlünü... devam edelim.
H: burda mı yaptırılıyor kayıt?
K: üfffffff..... var mı vizite kağıdın?
H: yok ama faxlatabilirim.
K: istemez.. TC kimlik numaranı söle... (madem gerek yok, niye soruyorsun)
H: buyrun kimliğim..
K: kendin mi çalışansın? (o ekranda film mi oynuyo arkadaşım... kimlik numaramı girince, çıkıyo tüm bilgiler..benden daha ne isityosun?)
H: evet....
K: al bunları, bekle şurda..
H: ama benim randevu saatim nerdeyse geldi.
K: burda bu kadar insan boşuna mı bekliyor? Yoğunuz, görmüyor musun? İki saat önceye randevusu olan hastaları almaya 45 dk sonra başlayacağız. Sen en iyisi git, 2 saat sonra gel.
H: ama randevu?
K: napiim kardeşim randevun varsa, doktor yok! Ben mi bakayım hastalara? Bekle şurda işte!

Tamam kabul, bunlar devlet hastanesi diyalogları. Bu diyalogtan sonra sıtkınız sıyrıldı; “parası neyse veriririm, benimle ilgilenecek bir hastaneye giderim. Sağlığımdan daha mı kıymetli” dediniz diyelim. Bravo valla, buyrun o zaman bir de özel hastane örneği..

H: merhaba, geçen gün burda muayane olmuştum ben; X Bey’e...
K: eeee?
H: eee si; bana verdiği ilaçlar iyi gelmedi. Üstelik tüm yan etkilerini de yaşıyorum. Başka bir çözüm aramak için buradayım.
K: yok X Bey..( madem öle, neden konuşturuyorsun insanı bu kadar)
H: ne zaman görebilirim kendisini?
K: demek iyi gelmedi ilaçlar ha? Doğru kullandın mı ki?
H: nasıl dediyse öle kullandım...
K: ne zaman geldiydin sen buraya?
H: geçen hafta...
K: X bey tatilde.. 10 gün daha yok... (bak şimdi ya.. niye baştan sölemiyosun arkadaşım!)
H: o zaman başka bir doktorla görüşeyim...
K: ne görüşecen başka doktorla?
H: beyefendi, anlattım ya... X bey’in yazığı ilaçları değiştirmesi için, aynı branştan bir doktorla görüşmek istiyorum.
K: sen X bey yanlış ilaç yazdı mı diyosun yani?
H: olabilir tabii. Neticede tahlil falan yapılmadı. Belki de benim hastalığımı teşhis edemedi...
K: bana bak! Ben bunca senedir burdayım... çok gördüm sizin gibileri.. adamlar 10 sene okusun doktor olsun, senin hastalığını bilmesin; sen ilk hasta oluşunda anla hemen, neyin olduğunu...
H: ben biliyorum demedim ki, başka bi doktor görsün dedim.
K: oldu, bütün doktorlarımız emrine amade! Hastaysan hastalığını bil; çekil, bekle şurda...

Yukarda bahsettiğim olaylardan ilki bizzat başımdan geçmiş, ikincisine de gözlerimle şahit olmuşumdur.
Diyalogları biraz değiştirmiş olabilirim çünkü zaten konuştukları dil, türkçeye pek benzemiyordu...
Velhasıl kelam... hasta olmak zor iş iken, kendini bilmezce tedavi olmaya çalışmak daha da zordur. Hatta derhal cezalandırılmalıdır. Devlet eli ile cezalandırılamıyorsa, hazır kıta tavuk teyzeler tarafından; bir o duvara bir duvara sektirilerek, ayağına basılarak, suratına solunarak ve koluna fln teklifsizce tutunularak cezalandırılmalıdır.
Hadi şimdi, çekil bekle şurda...
10.03.2009

GeCe

Nice yeni sayfalar açıyorum hayatıma...
Nicelerini kapatıyorum....
Hayat da bundan ibaret zaten...
Açıp kapatarak, ömrü tüketiyoruz..
Sonra da arkamızda bıraktıklarımıza bakıp, sayfalarda; yaşıyoruz.

Dün akşam, bir sayfa daha kapattım hayatımda...
En sonunda; bir şeyleri yanlış yaptığımı anlıyorum sanırım.
Düzeltmek için yeterli malzeme yok ama elimde...
Benimle aynı yanlışı yapanları istiyorum...
9.03.2009

CuMaRTeSi GeZMeSi


Cumartesi günümü, ilk kez gittiğim istinye park alışveriş merkezinde geçirdim efenim.
Paylaşmak isterim....
Sinemeya gitmek niyetiyle çıktığımız yolculuğumuzun hedef noktasının, neden istinye park olduğunu; şu şekilde özetleyebilirim sanırsam.
Sinema salonlarının çok güsel olduğunu duymuş idim... ve fekat, gitme şansım olmamıştı hiç. Bu kez şeytanın bacağını kırmak istedim. Kırdım da... istersem yaparım J
Bir de; farklı bir alışveriş mekanı olduğu söyleniyordu. Uluslararası markaların mağazaları vardı, olacak şey değildi. Hem de ucuzdular, söylenene göre...
Gittik, gördük; yok öle bişe...
Ay yalan olmasın, gezmedim ya...
Girdik, sinema bileti aldık, yemek yedik, kahve içtik, iki ayakkabı mağazası gezdik, sinemaya girdik ve çıktık.
Yani hep aynı katta, dolandık durduk..
Bilmem ben, ne vardı ne yoktu...

Ama burda asıl bahsedilmesi gereken; öyle heryerde göremeyeceğiniz “beyaz türkler” idi bence.. malum; alışveriş merkezlerinde sigara içilmiyor. Benim gibi sigara tiryakileri ise, yağmur çamur demeden, soluğu kapı önlerinde alıyor. İlk sigara molamızı yemekten sonra verdik, pek doğal olarak... kapı önünde biriken güruhun yarısından çoğu kadındı, bu bence enteresan bir anektod.. ayrıca –kaliteli hizmet- adı altında sunulmak istenen vale hizmeti, ayrı bir paradoks sundu bizlere. Hemen kapı girişinde bulunan vale deskinde görevli kişi, kapı önünde biriken kalabalığı, tavuk kışkışlar gibi kapı önünden uzaklaştırmaya çalışıyordu ve hiçkimse de buna hiç ses çıkarmıyordu. Fotoselli otomatik kapı, her harekette açıldığından ve hava hallice soğuk olduğundan; kapı önünde görev yapan adamın sıtkı sıyrılmıştı anladığım kadarıyla. Bir türlü kapanmayan kapı ve bir türlü ısınmayan görev alanı.. Adam, sigara içenlere “yav, kapı önünde dikilmeyin; açılın şöle biraz.. allah allah yav” şekilnde bağırdıkça; insanlar küçük adımlarla sağa sola çekilmekte fakat yeni gelenler yeniden kapı önünde birikmekte; adamcağız aynı uyarıyı 5 dakikada bir tekrarlamak zorunda kalmakta idi.

Asıl beyaz türk güruhuna burda rastlamadık ama. Sinemadan çıkınca, alışveriş merkezinde daha fazla vakit geçirmenin anlamsızlığına kanaat getirdiğimizden olsa gerek; eve dönmeye karar verdik. Lakin saatlerdir nikotinsiz kalmış bünyeye bayram ettirmek lazım gelirdi. Biz de öle yaptık. Kapıdan çıkınca, hemen birer sigara yaktık. Yağmur da dindiğinden, vale görevlisini sinirlendirmeksizin, kapıdan uzak bir yere konuşlandık. Bir sigara içimlik sürede, ki takriben 5 dakika sürer; 3 ayrı lüks araba yanaştı kapı önüne. Her bir arabanın şöförü vardı ve arkada oturan kişilerin kapılarını açan şöförlerdendi bunlar. Arabayı durdurmasıyla, arabadan atlayıp arka kapılara yapışması bir oluyordu. Ortalama bir pit-stop süresinde, arka koltuk kodamanları, arabalarından inmiş oluyorlardı.

Söz konusu arabalardan inenler ise ayrı bir inceleme konusu bence. Bilmem dikkat eder misiniz. Hani şöle fashion tv fln izleyenleriniz varsa, orda sergilenen pek çok kıyafetin ya da tasarımın diyelim, günlük hayatımızda sırtımıza geçirmeyeceğimiz şeyler olduğunu bilirsiniz. Tuhaf renkte pantolonlar, abuk kesimli bluzlar, korkunç yüksek topuklu ayakkabılar ya da en kıllı yurdum krolarını bile ibneye benzeten fular enstanteneleri...işte o lüks arabalarının, şöförlerinin açtığı kapılarından inen beyaz kodaman türkler; o defilelerden fırmalış gibilerdi.. mesela adamın biri turuncu, dar kesimli ve dar paçalı bir pantolon, altında uzun burunlu bir deri ayakkabı (uzun burunlu diyorsam , hakkaten uzun burunlu.. ya da adamın ayağı 56 numara ), üstüne ipek gibi görünen beyaz bir gömlek, boynuna yeşil bir fular (sanırım o da ipekti), ve üstüne de şu an rengini hatırlamadığım kruvaze bir ceket giymiş idi. Elinde cep telefonu ve anlam veremediğim bi kaç bişi tutuyordu. Yanında da iki tane kadın vardı. Anne kız olduğunu tahmin ettiğim bu kadınların, aralarındaki yaş farkı sadece yüzlerindeki kırşıklıktan ayırt edilebiliyordu. Ne kadar olsa, kozmetik de yaşı bir yere kadar gizleyebiliyor.. ikisi de birbirine benzer şeyler giymişlerdi. Üstünde durmakta zorlandıkları yükseklikte topuklu çizmeler, daracık pantolonlar ve geniş dekolteli bluzlar. İkisinin de üstünde kürk vardı bi de. Çantalarını dirseklerinde taşıyorlardı, ikisi de...

Ben hayatımda ilk defa, böle tipler gördüm... televizyonda “cemiyet hayatının önde gelen simaları” olarak bahsedilenler, bunlar olsa gerekti. Boğazdaki yalılarında çıkıp, nedense ağzına kadar halk dolu olan bir alışveriş merkezine gelmişlerdi. Belki de bir defile ya da gala fln vardı o akşam, bilemiyorum. Ama bu kadar çok beyaz türkün, 5 dakikalık bir zaman aralığında aynı yere gelmeleri tesadüf olamaz. Ya da hep geliyorlar da, ben pek oralarda olmadığım için, bilemiyorum.

Sinemaya gelecek olursak; “slumdog millionare” adlı filmi izledim. Sevimli, sıcak bir filmdi. Neden bu kadar çok oscar aldığını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Akademinin işine akıl sır ermez diyip geçiyorum. Ama hint filmi olgusuna sadık kalıp, filmin sonuna sıkıştırdıkları dans sahnesi pek başarılıydı. “Oscar da alsa, milyonlarca kişi tarafından izlense de; wollywood, wollywood’dur” dedirtti bizlere...

Dev gibi bir adamın çöküşünü izledim, dün akşam....
Mickey Rourke...
Lise ikinci sınıftaydım.. Arkadaşlarla, yaşımızın da gereği olarak, eğlence olsun, şaka malzemesi çıksın diye gittiğimiz “9½ hafta 2” adlı filmde görmüştüm ilk onu. Film, beklediğimiz gibi pornografik öğeler içermekten çok, duygusaldı bence. Nitekim, sonrasında şaka malzemesi de çıkaramamıştık. Hatta o filmden aklıma kazınan bir repliği de, senelerce yazılarımda kullandım, her yazdığımda içim acıdı... “elliye kadar saydığımda, yanımda ol lütfen” On değil, yirmibeş değil.. nasıl bir umutsuz bekleyiş, nasıl bir yeterli zaman tanıma... ben beklerim, yeter ki gel mantığı...
Sonrasında Enrique Iglesias’ın Hero klibinde, tüm ihtişamı ile arzı endam ettiğinde, yüreğim hoplamıştı. Yine benzer bir karizma, üstelik daha da yaşlanmış... çok sert, çok korkutucu...
Aklıma, yaşayan en seksi yaratık olarak kazındı Mickey Rourke benim. Her hali ile değil ama, her hali ile seksi diyebileceğin herkesten daha seksi olabilen, istediğinde. Daha seksi olabilmek ne demek, nal toplatır, nal...
Ve sonra kayboldu. Ya da ben pek takipçi olamadım, bilmiyorum. Bu filmi ilk duyduğumda, sonrasında kendisinin bu rol ile oscara aday olduğunu öğrendiğimde; içimi bir heyecan kapladı doğrusu. İlk fırsatta, nice nice –güzel olduğundan emin olduğum- film arasından bunu seçtim, kısıtlı bütçemin bir bölümünü bu filmi alma riskine ayırdım. Aldığım gibi izleyemedim.. Yalnız kalmam, konsantre olmam gerekiyordu. Çünkü benim film zevkim, pek uyuşmaz çevrmdekilerle. Benim bayıldığım filmler, onlara genelde sıkıcı gelir. Ve o kadar istiyordum ki beğenmeyi...
Ama olmadı...
Filmi beğenmedim...
Öyle güzel bir malzeme vardı ki, ellerinde. Neden bu kadar yüzeysel işlenmiş, anlayamadım. İçimin o kısmı boş kaldı.
Zirvede olan bir adamın, yaşlılıkla birlikte, herşeyini kaybetmesi... yapılan hatalar, sonrasında duyulan pişmanlıklar gibi klişe bir konu da değil üstelik. Çok başarılı bir güreşçi iken, yaşlanan ve bu yüzden artık eskisi gibi ilgi çekmeyen bir adam. Eskiden yaptığı akrobatlıkları yapmasına izin vermeyen bir vücut.. ilaçlarla desteklenen kaslar ve kaçınılmaz kalp krizi...
Yalnız olduğunu farketmesi ile başlayan çöküş dönemi. Çare arayışları, düzelme çabaları. Yılların kırgınlıklarını, içten bir özür ile düzeltme çırpınışları... yakayı bırakmayan yaşam alışkanlıkları... olmamalar, yapamamalar... terkedilmeler, reddedilmeler. Geldiği yerden utanmalar, kendini saklamalar.. ve sonunda olması gereken yerde, yapması gerekeni yapmaya karar vermeler.. son bir dövüş için ringe çıkmak ve orda da ölmek... tam bir efsane...
Çekilen acılar çok gerçek... olaylar çok gerçek... gözümüzün önünde olmayan, belki de geldiği yerden utandığı için saklanan gerçek kişiler ve gerçek yaşanmışlıklar. İyi olduğu zamanlardan kopamayan; hep aynı şarkıları dinleyen, aynı video oyunlarını oynayan...
Bu film için, Mickey Rourke’un özellikle seçildiğini sanıyorum. Onun da -kilo alması, hayattan kopması, yaptığı son bir kaç işin başarısız olması ile kendini salması- hakkında pek çok şey duymuş idim. Ne kadar doğru bilemem ama uzun zamandır ortada olmadığını biliyor ve bu filmi herşeyini ortaya koyarak yarattığını düşünüyorum.
Çok yaşlanmış, bu bir gerçek... ama yine de o karın kasları... aylarını almış olmalı, o vücuda sahip olmak.. günlerini, gecelerini..kendinden çok şey verdiği ve tekrar sinemaya tutunmaya çalıştığı bir gerçek.. ve kesinlikle takdire şayan... oscar töreninde giydiği beyaz takım ve altındaki kovboy çizmeleri, uzun sarı saçları ve elindeki sigarası ile; yakışmış, yakıştırmıştı. Filmi izledikten sonra, çok daha anlamlı o bakışlar...
Ve ben istiyorum ki; yaşlandıkça kıymete binen, ama ömürleri boyunca bir kez bile onun kadar güzel bakamamış aktörlere verilen kıymetin bir benzeri de bu muhteşem yaratığa verilsin... perdelerden o kadar güzel bakması ve su gibi kadınlara iç sızlatan cümleler kurdurması için...
5.03.2009

ŞaşKıN

Hayat kötü süprizlere pek meraklı...
Uzun zamandır giremediğim, girsem de uzun süre kalamadığım blog dünyasında; beni çok sarsan bişi olmuş...
Kuzu ile serzeniş ayrılmış, mutluluk günceleri kapanmış...
O kadar şaşkınım ki, sanki ben terkedildim sevgilim tarafından.
Suratımda apansızın terkedilmenin bıraktığı ebleh ifade...

Ben çok seviyordum o çocukların aşkını...
O yaşlarımı, o yaştaki aşklarımı hatırlatıyorlardı bana...
Ortak bir iş çıkarıyorlardı bir de...
Bir blog yazıyorlardı...
Çok samimi buluyor ve sürekli okuyordum.

Ve şimdi, hayatın bu “elinden alan” yüzüyle bir kez daha karşılaşmış gibiyim.
Olmadık olaylar sebebiyle ayrılmaları tekrar yaşar gibiyim.
“Şimdiki aklım olsa” dediğim nice olaylar, gözümün önünde resmi geçit...

Elini tuttuğun, gözüne baktığın kişiyi sevmek de kolay; bırakmak da...
Ama uzağında kaldığın birini sevmek ne kadar zorsa, bırakmak da bir o kadar kolay...
Baştan zoru seçip, zoru sevip; sonra ucuza kaçmayı yakıştıramadım onlara.
Bilemem sebeplerini elbet, burdan ahkam kesmek de istemem.
Ama yüzüp de kuyruğuna gelmişlerdi sanki..
En baştan olmaz denilen bişeyi oldurmuşlardı.
Şimdi neden olmadı; bu raddeden sonra, neyi beceremediler anlamadım.
Sadece çok üzgünüm...

Umarım gerçekten istediğiniz şey, bunca zamandır alıştığınız hayatı tek hamlede bitirmektir.
İki ayrı insansınız artık, siz değilsiniz....
Mutlu olun...
fikr-i sabit'in, fikre faydası var mı?




Efenim; Çağan Irmak Beyefendinin, çığır açan eseri Issız Adam, Türkiye’den sonra Avrupa’ya da açılmaya karar vermiş. Pek çok Avrupa ülkesinin önemli şehirlerinde gösterileceğine dair duyumları, dün akşam ana haber bültenlerinde izledim. Türk sineması adına büyük, Çağan Irmak adına ise bir güvercin adımı olduğu kanısındayım. Yıldızı parlasın...

Benim konu ile ilgili endişem ise, daha filmin yankılarının ülkemizde dinmemiş olması... Bir girip, pir girdiği vizyondan; aylar geçmiş olmasına rağmen inmemiş, en çok izlenenler listesinde hala yer almakta olan bu naçizane filmin, yurdum insanını etkisi altında tutmaya devam ettiği bir gerçek. Yıllardır kimsenin adını hatırlamadığı kişiler, yeniden sahnelere döndü, bu film ile.. Filmin başrolünde oynayan kızcağızımının bir tiyatro salonunda, oyundan çok ilgi topladığına, ben şahsen şahidim mesela.

Şimdi bu film Avrupa şehirlerinde izleyici ile buluştuğunda, ya onlarda da benzer etkiler yaratırsa? Daha da acıklısı, ya hiçbir etki yaratmazsa? Türk milleti olarak, bu pek kıymet verdiğimiz filmin Avrupa’da hakettiği değeri bulamaması, yeni bir milliyetçilik buhranına yol açar diye korkmaktayım... korkunun da ecele faydası yok, farkındayım. Adam yapmış anlaşmasını, satmış filmi ecnebi memleketlerine.. ben ne kadar histeri krizi geçirirsem geçireyim, o gösterim yapılacak. Show must go on, a dostlar...

Benim asıl yazmak istediğim şey, İstanbul’da süren Issız Adam sendromu.. ben daha filmi izlememiş idim, çalıştığım yerde personelin sigara içtiği bir mekanda bir araya geldiğim şımşıkır bayanlardan ikisinin konuşmalarını dinlemiştim. İkisi de filmi izlemiş ve filmde esas oğlanın esas kızı götürdüğü barı pek beğenmişlerdi. Filmi izleyenler bilir, o bar “45’lik” isimli bir bardı. Seksenlere ait müzikler çalmakta, filmin formatına pek yakışmaktaydı.. çiftimiz orda nostaljiden nostaljiye savrulmuş, romantizmin doruklarına çıkmışlardı.. işte çalışma arkadaşlarım, bu bardan bahsedip, “ay ben çok merak ediyorum orayı” diyince, müdahale etme gereği hissetmiş idim. Gençliğinin büyük bölümünü, sonrasında evine komşu olduğu için çalışma hayatının büyük bölümünün akşam saatlerini orda geçirmiş bir insan olarak; bu masum bayanları korumak zorunda hissetmiştim kendimi. “aman” dedim. “sakın ha... orası orda gösterildiği gibi bi yer değil. Orası taksimin gelmiş geçmiş en leş mekanıdır. Film için biraz dekor yapmışlardır. Bu hayat ve giyim tarzı ile, canınız sıkılır orda; canınızı sıkarlar” dedim. Kızcağızların şok olduklarını hatırlıyorum. ( bayandan kızcağıza geçtim, dikkat )

45’lik, bilmeyenler için anlatayım; taksimin hakkaten sayılı leş mekanlarından biridir. Çok az aydınlatılan, bordo duvarlı olduğu için daha da karanlık görünen, küçücük bir mekandır. 20 m2 kadar bir alanın yan tarafına ekleme bir oda yapılmış, orası yiyişen gençler tarafından mesken tutulmuştur. Son 3 senedir fln arkadaki ardiye kısmını kullanıma açtılar.. 2-3 masa ve sandalye attılar, orda da içilebilsin diye. 45’like giderseniz, amacınız sadece içmek olabilir. Konuşamazsınız, çünkü birbirinizi duyamazsınız. Çok yüksek sesle müzik çalar, çalan müzik de çoğu zaman sert bir metal türüdür. Arada 90’ların pop şarkılarını da çalar. Desparado fln gibi pop ama, daha kötüsü değil. Kafan da güzelse, dans edersin, kimse dönüp bakmaz.. Zencisi beyazı, kardeşçe takılır; içki ucuz, ortam karanlık, mekan leştir. Son 1 senedir happy hour uygulaması vardı, akşam 7 ye kadar birayı 1,5 TL ye satıyodu, ben daha ne diyim?

Arada benim leş mekan isteğim artar. Genelde evden çıkmayan biriyim ama, bu istek dayanılmaz boyuta ulaştığında; 45’liğe giderim. Orda birlikte içmekten keyif aldığım birileriyle takılmak, benim için en ala sosyalleşme biçimidir. Zaten benim sosyalleşmeden anladığım, içmektir; hattızahında.

Geçen Cuma akşamı, arkadaş ile dışarı çıktık. Gittik Victor Levi’de yemek yedik, adabımızla şarabımızı içtik. Fekat beni içten dürten bişiler var. Dedim benim zamanım gelmiş. Soluğu 45’likte aldık. Kapıda iki ızbandut. Dedi ki “rezervasyonunuz var mı?” Dedim ben de “tabii ki yok, şaka mı bu?” herifin suratında mimik oynamadı. “rezervasyonunuz yoksa, alamayız” dedi. Yaşadığım şoku düşünebiliyor musun ey okuyucu! “dedim “senelerdir gelirim ben buraya, ilk defa böle bişi duyuyorum; kafan mı güzel senin? Bu mekana ne rezervasyonu?” adam bana boş boş bakmaya devam etti. Anladım ki, ciddi. Arkadaşla birbirimize bakakaldık. Gözümün önünden 1,5 liralık biralar, film şeridi gibi geçti... arkamızı dönüp, kıçın kıçın ayrıldık kapıdan... yıllardır her can sıkıntısında, her buhran anında, her parasızlığımda ve uzunca bir süre sebepsiz yere her iş çıkışımda gittiğim güzelim mekanın kapısından dönmüştüm. Artık hiçbişi eskisi gibi olmayacaktı! Zaten içerden ajda pekkan sesi yükseliyor, aman petrol diye yırtınıyordu...

Şimdiiii.... ıssız adamı şehirlerinin sinema salonlarında gösterecek Avrupa ülkelerinin sevgili yöneticileri, sevgili kolluk kuvvetleri... benim ve benim gibilerin yaşadığı bu zorluk sizlere ders olsun.. şehrinizde varsa bir 45’lik, dikkat edin.. leş mekanlara conconları doldurmayın. yoksa da böle bi mekan, vatandaşlarınıza hakim olun... bir de onlar tarafından işgal edilmek istemiyoruz...
Her horoz kendi çöplüğünde,; çok rica edicem ya...
Aaaaa ama!



Efenim, bir süre önce, bu sayfada açmış olduğum bir anket var idi.
Süresi doldu, artık isteseniz de oy veremezsiniz.
Burdan; katılımda bulunmayan okuyucularıma sitemlerimi iletiyorum.
Bunun dışında; anket sonuçlarımı yorumlayacağım, çünkü hayli ilginç veriler elde ettik....

Katılımcıların %35’i tavşan kuyruğu istemiş efenim. Sevimli olarak lanse etmiş bulunduğum bu kuyruk biçimi, tercih edenlerin sevilme isteği ile yanıp tutuştuklarını, hayatlarında kimse olmadığını ya da tavşanları pek sevdiklerini ele veriyor:) Seçenleri tebrik ediyor, aman da aman diyorum :)

%35’lik bir kalabalık da, kanguru kuyruğu talep etmiş. İşlevsel olarak tanımladığım bu kuyruk biçimi, gerektiğinde bir savunma mekanizması olarak kullanılabilecek, bankada sıra fln beklerken üstüne oturulabilecek ve dahi el ve ayaklarımızı aynı anda kullanmaya müsade edecek ergonomiye sahip olarak tanımlanmış idi. Bu kuyruk biçimini seçmiş olanlar hakkında yapılacak yorum ise, tırsak ve tembel olduklarıdır. Bu kişiler kendilerini korumak için yanlarında törpü, tırnak makası vs. taşıma potansiyeline sahiptirler. Savunma mekanizmalarını gevşetmemek için, bu kuyruğa ihtiyaç duydukları yadsınamaz bir gerçektir. Tembel oldukları ise, tanımın içinde gizli. Ayakta dururken bile yorulan bu insan biçimi, “yorulduğum yerde boş bank aramaktansa, otururum kuyruğumun üstüne” şeklinde bir hayat görüşüne sahiptir.. kendilerine sevgi ve saygıda kusur etmez, 29 Ekimlerde havai fişek gösterilerinde kalplerine dikkat etmelerini öneririm.

%21’lik bir kısım, at kuyruğunu seçmiş efenim. Estetik kaygılar barındıran bu seçeneği işaretlemiş olanlar için, söylenebilecek tek söz; dış görünüşlerine pek önem verdikleri; kadın iseler ojesiz, erkek iseler jölesiz sokağa adım atmadıklarıdır. Bakımlı, havalı ve dahi karizmatik olan ya da olmak için can atan bu kişiler için söylenecek söz; kendilerini bu kadar yıpratmamaları gerektiğidir. Kuyruk kuyruktur efenim... bırakınız dağınık kalsın. Hatta iyi ki böyle bir kuyruğunuz olmamış, yoksa onu tarayıp fırçalamaktan, sokağa çıkamaz olurdunuz, asosyalleşirdiniz maazallah :)

%7’lik bir kısım okuyucu da, kedi kuyruğu istemiş! Asil olarak tanımlanmış bu kuyruğun, bu kadar az rağbet görmüş olmasını; asalet yerine seksapel istenmesine ya da güvenliğin asaletten daha önde bir güdü olduğuna fln yorumlayabiliriz. Aslında yorumlamak istesek, daha neler çıkarırız ama, ben bu konuda konuşmak istemiyorum. Doğanın en ergonomik, en çevik ve hatta en güzel hayvanının kuyruğunu istememiş olanları kınıyorum! O güselim kuyruk ki, kedisine göre incecik, kedisine göre bir sansar kuyruğu gibi olabilir... çeşit zenginliği bakımından bile tercih edilmesi gerekirken, en altta kalan bu kuyruk biçimini, itiraf ediyorum ki, ben istedim Ve sanırım sadece ben istedim :)

Bu saatten sonra, seninle aramız zor düzelir okuyucu...
Bütün kuyruklar senin olsun, kedimi ver bana....
 
MüTeveLLi HeYeTi © 2009. BaLıK GöZüNDeN İNeK!