Dev gibi bir adamın çöküşünü izledim, dün akşam....
Mickey Rourke...
Lise ikinci sınıftaydım.. Arkadaşlarla, yaşımızın da gereği olarak, eğlence olsun, şaka malzemesi çıksın diye gittiğimiz “9½ hafta 2” adlı filmde görmüştüm ilk onu. Film, beklediğimiz gibi pornografik öğeler içermekten çok, duygusaldı bence. Nitekim, sonrasında şaka malzemesi de çıkaramamıştık. Hatta o filmden aklıma kazınan bir repliği de, senelerce yazılarımda kullandım, her yazdığımda içim acıdı... “elliye kadar saydığımda, yanımda ol lütfen” On değil, yirmibeş değil.. nasıl bir umutsuz bekleyiş, nasıl bir yeterli zaman tanıma... ben beklerim, yeter ki gel mantığı...
Sonrasında Enrique Iglesias’ın Hero klibinde, tüm ihtişamı ile arzı endam ettiğinde, yüreğim hoplamıştı. Yine benzer bir karizma, üstelik daha da yaşlanmış... çok sert, çok korkutucu...
Aklıma, yaşayan en seksi yaratık olarak kazındı Mickey Rourke benim. Her hali ile değil ama, her hali ile seksi diyebileceğin herkesten daha seksi olabilen, istediğinde. Daha seksi olabilmek ne demek, nal toplatır, nal...
Ve sonra kayboldu. Ya da ben pek takipçi olamadım, bilmiyorum. Bu filmi ilk duyduğumda, sonrasında kendisinin bu rol ile oscara aday olduğunu öğrendiğimde; içimi bir heyecan kapladı doğrusu. İlk fırsatta, nice nice –güzel olduğundan emin olduğum- film arasından bunu seçtim, kısıtlı bütçemin bir bölümünü bu filmi alma riskine ayırdım. Aldığım gibi izleyemedim.. Yalnız kalmam, konsantre olmam gerekiyordu. Çünkü benim film zevkim, pek uyuşmaz çevrmdekilerle. Benim bayıldığım filmler, onlara genelde sıkıcı gelir. Ve o kadar istiyordum ki beğenmeyi...
Ama olmadı...
Filmi beğenmedim...
Öyle güzel bir malzeme vardı ki, ellerinde. Neden bu kadar yüzeysel işlenmiş, anlayamadım. İçimin o kısmı boş kaldı.
Zirvede olan bir adamın, yaşlılıkla birlikte, herşeyini kaybetmesi... yapılan hatalar, sonrasında duyulan pişmanlıklar gibi klişe bir konu da değil üstelik. Çok başarılı bir güreşçi iken, yaşlanan ve bu yüzden artık eskisi gibi ilgi çekmeyen bir adam. Eskiden yaptığı akrobatlıkları yapmasına izin vermeyen bir vücut.. ilaçlarla desteklenen kaslar ve kaçınılmaz kalp krizi...
Yalnız olduğunu farketmesi ile başlayan çöküş dönemi. Çare arayışları, düzelme çabaları. Yılların kırgınlıklarını, içten bir özür ile düzeltme çırpınışları... yakayı bırakmayan yaşam alışkanlıkları... olmamalar, yapamamalar... terkedilmeler, reddedilmeler. Geldiği yerden utanmalar, kendini saklamalar.. ve sonunda olması gereken yerde, yapması gerekeni yapmaya karar vermeler.. son bir dövüş için ringe çıkmak ve orda da ölmek... tam bir efsane...
Çekilen acılar çok gerçek... olaylar çok gerçek... gözümüzün önünde olmayan, belki de geldiği yerden utandığı için saklanan gerçek kişiler ve gerçek yaşanmışlıklar. İyi olduğu zamanlardan kopamayan; hep aynı şarkıları dinleyen, aynı video oyunlarını oynayan...
Bu film için, Mickey Rourke’un özellikle seçildiğini sanıyorum. Onun da -kilo alması, hayattan kopması, yaptığı son bir kaç işin başarısız olması ile kendini salması- hakkında pek çok şey duymuş idim. Ne kadar doğru bilemem ama uzun zamandır ortada olmadığını biliyor ve bu filmi herşeyini ortaya koyarak yarattığını düşünüyorum.
Çok yaşlanmış, bu bir gerçek... ama yine de o karın kasları... aylarını almış olmalı, o vücuda sahip olmak.. günlerini, gecelerini..kendinden çok şey verdiği ve tekrar sinemaya tutunmaya çalıştığı bir gerçek.. ve kesinlikle takdire şayan... oscar töreninde giydiği beyaz takım ve altındaki kovboy çizmeleri, uzun sarı saçları ve elindeki sigarası ile; yakışmış, yakıştırmıştı. Filmi izledikten sonra, çok daha anlamlı o bakışlar...
Ve ben istiyorum ki; yaşlandıkça kıymete binen, ama ömürleri boyunca bir kez bile onun kadar güzel bakamamış aktörlere verilen kıymetin bir benzeri de bu muhteşem yaratığa verilsin... perdelerden o kadar güzel bakması ve su gibi kadınlara iç sızlatan cümleler kurdurması için...
Mickey Rourke...
Lise ikinci sınıftaydım.. Arkadaşlarla, yaşımızın da gereği olarak, eğlence olsun, şaka malzemesi çıksın diye gittiğimiz “9½ hafta 2” adlı filmde görmüştüm ilk onu. Film, beklediğimiz gibi pornografik öğeler içermekten çok, duygusaldı bence. Nitekim, sonrasında şaka malzemesi de çıkaramamıştık. Hatta o filmden aklıma kazınan bir repliği de, senelerce yazılarımda kullandım, her yazdığımda içim acıdı... “elliye kadar saydığımda, yanımda ol lütfen” On değil, yirmibeş değil.. nasıl bir umutsuz bekleyiş, nasıl bir yeterli zaman tanıma... ben beklerim, yeter ki gel mantığı...
Sonrasında Enrique Iglesias’ın Hero klibinde, tüm ihtişamı ile arzı endam ettiğinde, yüreğim hoplamıştı. Yine benzer bir karizma, üstelik daha da yaşlanmış... çok sert, çok korkutucu...
Aklıma, yaşayan en seksi yaratık olarak kazındı Mickey Rourke benim. Her hali ile değil ama, her hali ile seksi diyebileceğin herkesten daha seksi olabilen, istediğinde. Daha seksi olabilmek ne demek, nal toplatır, nal...
Ve sonra kayboldu. Ya da ben pek takipçi olamadım, bilmiyorum. Bu filmi ilk duyduğumda, sonrasında kendisinin bu rol ile oscara aday olduğunu öğrendiğimde; içimi bir heyecan kapladı doğrusu. İlk fırsatta, nice nice –güzel olduğundan emin olduğum- film arasından bunu seçtim, kısıtlı bütçemin bir bölümünü bu filmi alma riskine ayırdım. Aldığım gibi izleyemedim.. Yalnız kalmam, konsantre olmam gerekiyordu. Çünkü benim film zevkim, pek uyuşmaz çevrmdekilerle. Benim bayıldığım filmler, onlara genelde sıkıcı gelir. Ve o kadar istiyordum ki beğenmeyi...
Ama olmadı...
Filmi beğenmedim...
Öyle güzel bir malzeme vardı ki, ellerinde. Neden bu kadar yüzeysel işlenmiş, anlayamadım. İçimin o kısmı boş kaldı.
Zirvede olan bir adamın, yaşlılıkla birlikte, herşeyini kaybetmesi... yapılan hatalar, sonrasında duyulan pişmanlıklar gibi klişe bir konu da değil üstelik. Çok başarılı bir güreşçi iken, yaşlanan ve bu yüzden artık eskisi gibi ilgi çekmeyen bir adam. Eskiden yaptığı akrobatlıkları yapmasına izin vermeyen bir vücut.. ilaçlarla desteklenen kaslar ve kaçınılmaz kalp krizi...
Yalnız olduğunu farketmesi ile başlayan çöküş dönemi. Çare arayışları, düzelme çabaları. Yılların kırgınlıklarını, içten bir özür ile düzeltme çırpınışları... yakayı bırakmayan yaşam alışkanlıkları... olmamalar, yapamamalar... terkedilmeler, reddedilmeler. Geldiği yerden utanmalar, kendini saklamalar.. ve sonunda olması gereken yerde, yapması gerekeni yapmaya karar vermeler.. son bir dövüş için ringe çıkmak ve orda da ölmek... tam bir efsane...
Çekilen acılar çok gerçek... olaylar çok gerçek... gözümüzün önünde olmayan, belki de geldiği yerden utandığı için saklanan gerçek kişiler ve gerçek yaşanmışlıklar. İyi olduğu zamanlardan kopamayan; hep aynı şarkıları dinleyen, aynı video oyunlarını oynayan...
Bu film için, Mickey Rourke’un özellikle seçildiğini sanıyorum. Onun da -kilo alması, hayattan kopması, yaptığı son bir kaç işin başarısız olması ile kendini salması- hakkında pek çok şey duymuş idim. Ne kadar doğru bilemem ama uzun zamandır ortada olmadığını biliyor ve bu filmi herşeyini ortaya koyarak yarattığını düşünüyorum.
Çok yaşlanmış, bu bir gerçek... ama yine de o karın kasları... aylarını almış olmalı, o vücuda sahip olmak.. günlerini, gecelerini..kendinden çok şey verdiği ve tekrar sinemaya tutunmaya çalıştığı bir gerçek.. ve kesinlikle takdire şayan... oscar töreninde giydiği beyaz takım ve altındaki kovboy çizmeleri, uzun sarı saçları ve elindeki sigarası ile; yakışmış, yakıştırmıştı. Filmi izledikten sonra, çok daha anlamlı o bakışlar...
Ve ben istiyorum ki; yaşlandıkça kıymete binen, ama ömürleri boyunca bir kez bile onun kadar güzel bakamamış aktörlere verilen kıymetin bir benzeri de bu muhteşem yaratığa verilsin... perdelerden o kadar güzel bakması ve su gibi kadınlara iç sızlatan cümleler kurdurması için...
0 yorum:
Yorum Gönder